Anasayfa / Anı / Yeni Bir Yaşam
Yeni Bir Yaşam

Yeni Bir Yaşam

Bu yazı “Baba” adlı yazının devamı niteliğindedir.

Doğum muhteşem bir sır! Herkesin doğumu bir mucize olduğuna göre her insan olağanüstü bir varlıktır.

Bu bebek de öyleydi!

Hamilelik döneminde annenin yükselen albümin değeri nedeniyle bebekler zehirlenip öldüğünden uzun süre ikinci bir çocuk düşünülemiyordu. Ama bu kez anne aylarca yatakta yatmak ve yalnız süt ve yoğurtla beslenmeyi göze alıp hamile kalmıştı. O zamanki tıp bu zorunluluğu öneriyordu.

Bebek doğduğunda “mavi bebek” ti.

O günün koşullarında yaşaması imkansız gibiydi. Bebek nefes almıyor, doğum çığlığı atamıyordu.

Baba, çılgına döndü. Bu bebek yaşayacak diye bağırıp çocuğu bacaklarından tutup soğuk su dolu bir kovaya batırıp çıkarmaya başladı. Herkes şaşkın, bakakaldı. Kriz geçiren babayı sakinleştirmek zaten mümkün değildi.

Anne vücudunun ılıman ikliminden soğuk bir aleme düşmesi yetmezmiş gibi bir de soğuk banyoyla şoke olduğundan olsa gerek bebek dilini titreterek avaz avaz ağlamaya başladı.

Bu evrene doğuşu, belki de ölüşü böyle oldu.

Şaşkınlık ve üzüntünün yerini sevinç aldı. Bebek kucaktan kucağa dolaşırken, avazı hiç dinmeden devam etti.

Anne halsiz ve hasta. Bebeğine süt verecek durumda değildi. Baba sinirli ve titiz. İnek sütü mikropluydu. Bebeği birkaç gün ıhlamur, anason çayı, şekerli suyla susturmaya çalıştılar ama açlık hükmünü sürüyor, çocuk ağlıyordu.

Bu kez bebeği yeni doğmuş çocukları olan annelere taşıdılar. Rica minnet süt anne olmaları istendi. Doğal olarak önce kendi çocuğunu besleyen anneler davetsiz konuğa boş memelerini veriyorlardı. Bebek bu duruma itiraz edip hiç susmadan ağlıyordu. Bu yüzden de yaşama şansı gün geçtikçe azalıyordu.

Umarsızlık içinde babanın aklına harf devriminden sonra başlayan okuma yazma seferberliği sırasında öğretmenlik yaptığı ova köyü ve o dönemde köyün ağası ile geliştirdiği dostluk geldi.

5-6 saatlik bir yolculuk için fayton kiralandı ve baba sabahın ilk ışıkları ile yıllar sonra gelen yavrusunun yazgısını belirleyecek bu yolculuğa çıktı. Kulağında dinmeyen bir çocuk ağlaması ve yüreğinde son bir umutla.

Sarı sıcak bir yaz şafağında şehirden yola çıkan fayton köye yaklaştıkça sabah esintisiyle deniz gibi dalgalanan ekin tarlaları sıklaştı.

Faytoncu elindeki kırbacı atların canını yakmadan şaklatıyor, ara sıra da arkaya bakıyor, suskun müşterisine laf atıyordu.

Bu adamın bir derdi olduğu belliydi. Hem sıkıntısı hem de acelesi vardı. Konuşsa belki biraz açılırdı ama kendisi bilirdi.

Faytoncu ilkokulu zar zor bitirip babası gibi zahmetli ama ilginç olan bu mesleği seçmişti. Atları severdi. Onlarla konuşur, atların suskun bilgeliğine saygı duyardı. Çocukluğundan beri bütün dertlerini onlara açmış, onlarla kaderini ve de mutluluğunu paylaşmıştı.

Babası “artık ben kocadım. Evin geçimini sağlamak senin görevin!” deyip emekliliğini ilan edince işi üstlendi. Aile zaten ana babası ve küçük kız kardeşinden ibaretti. Onlara bakmak boynunun borcuydu. İçkisi sigarası yoktu. Kumar nedir bilmezdi bile. Yani sözün kısası hayırlı bir evlattı.

Hayırlı evlat olmanın ödülünü bugün alacağını, onun da helal süt emmiş, ince, narin bir karısı ve kendi gibi hakikatli evlatları olacağını biliyordu.

Atları sevdiği kadar insanları da severdi. İnsan yüzlerindeki ifadeden ve davranışlarından nasıl biri olduklarını çözmeye çalışırdı. Neşeli mi, dertli mi, mutlu mu, mutsuz mu olduklarını saptadıktan sonra sohbet etmeye çalışır., çoğu kez sorularına yanıt alamasa bile hiç bozulmaz girişimlerine devam ederdi. “insan insanın pasını siler” diyen bir özdeyişe inanırdı.

Bugünkü müşterisi endişeliydi. Başı öne eğik burnunun üstüne hafif bir gölgeyle birleşmiş gibi görünen kaşları çatıktı. Belli ki çözemediği bir sorunu vardı ve sorunun çözümü gitmek için anlaştıkları bu köydeydi.

Faytoncu haklıydı!

Bir bebeği yaşamla ölüm arasındaki çizgide yaşam tarafına çekecek mübarek insan bu köyde yaşamaktaydı.

Bu ova köyü bir ailenin çiftliğiydi. Çift, çubuk sahibi birkaç köylüden başkası  beyler için çalışırlar, onlara ırgatlık yaparlardı.

Küçük düz dam evlerin küçük ölçekteki tarlaların çevrelediği köy meydanı, tam ortada ulu çınarın gölgesinde gizlenmiş çeşme, hemen meydanın kenarında yazın tahta iskemle ve masaları yolun kıyısına taşan “gayfe”. Tipik bir köy işte.

Asıl geniş toprakların sahibi olan beyler ara sıra son model arabalarla köye uğrar, topraklarını işleyecek köylülere emirler verirler. Sonra da hasat zamanı ürünün getirdiği kazancı alarak şehirdeki görkemli yaşamlarına dönerlerdi.

Köy meydanında içerilere giden toprak yolun solunda yüksek duvarlar arasında “goca gapı” vardır. Koca kapı bahçeye girecek develer içindir. Pamuk balyaları, zahire çuvalları, bostan yükleri develerle taşınır. Bahçedeki büyük ambarda özel yerlerine konulur.

Koca kapının bir kanadında insanların gireceği boyutta bir kapı daha açılmıştır.

Bahçeye girdiğinizde taş döşeli üstü asma çardaklı bir yolun ucunda köyün diğer evlerinden farklı, kırmızı kiremitli, iki katlı bir konakla karşılaşırsınız. Geniş ağaçlarla gölgeli bahçede evin kenarında mutfak olarak kullanılan alçak, önü açık bir ilave yapı vardır.

Köyde gün erken başlar. Horozların sesine, kuşların cıvıltısı, kumruların “guguk guk” tekdüze şarkısı karışır. Komşu evlerdeki köpeklerin selamlaşmaları da bir süre devam eder. Havada yeni yakılan odun ve çalı çırpının kokusu vardır. Kısa bir süre sonra bu kokuya saçta pişen yufkanın nefis rayihası karışır.

Artık sabah olmuştur.

Hayırlı sabahlar!

Süt sağılmış, çay demlenmiş, sıcacık yufka arasında eriyen mis gibi tereyağı ve daha bir gün önce yapılmış süt kokulu taze peynir sizi beklemektedir. Evin arkasındaki bostandan toplanmış domates, salatalık, yeşil biber de köy kahvaltısının olmazsa olmazlarıdır.

Sabah serinliği geçmeden, kahvaltı biter bitmez herkes çiftine çubuğuna gider. Köyde öğle yemeği adeti pek yoktur. Tarlalara, bahçelere dağılan kadın erkek köylülerin azığı bir testi su ve yufka arasında katık olacak bir topak peynir veya uygun bir yiyecektir.

Akşam üstü tarla sürmekten, ekin ekmekten, çapadan ya da hasat zamanı harman yerinden dönenler yalan yanlış temizlenir, hemen sofra başına çöker, Allah ne verdiyse yer, susuzluklarını giderir ve yorgunluktan sızıp kalırlar.

Tabii bu program çalışmanın gerekli olduğu, ekim, çapa ve hasat zamanları için geçerlidir. Diğer zamanlar köy kahvesi dolar taşar. Sigara, kahve, çay içilir ve köyün 3 olayı enine boyuna tartışılır, bol dedikodusu yapılır.

Doğum, ölüm ve evlilik. Diğer olayların tartışılması için bazen zaman bile kalmaz.

Sosyal olaysız köy yaşamında insanların bir araya gelmesini sağlamak için bu üç olay da mevlit eşliğindeki yemekli toplantılara dönüşür.

Düz damlı köy evlerinde kıt kanaat geçinen aileler yaşar. Çoğunun toprağı yoktur ya da geçimlerini sağlayacak büyüklükte değildir. Sahipleri şehirde yaşayan tarlaları sürer, eker ve hasat ederler. Ürününü satıp geliri yarı yarıya paylaşırlar. Yaşamlar zordur. Hastalandıklarında şehre doktora gitmek hem zahmetli hem pahalıdır. Bu yüzden kadere sığınırlar. Ne de olsa derdi veren Allah dermanı da verecektir.

Kadınları koca baskısı, yoksulluk ve birbiri ardına doğurdukları çocuklar çökertir. Genç yaşta kocarlar.

Ama hiç şikayet etmezler. Başlarına ne geliyorsa Allah’tandır. “Hikmetinden sual olmaz!” Böylece yaşayıp giderler.

Bazen takdir-i ilahi, bazen de yasalarla bir evin erkeği yok olursa geride kalanlar, varsa ana baba evine sığınır ya da “kader böyleymiş“ deyip “yazgım neyse çekerim” düşüncesiyle ile bin güçlükle yaşamını sürdürmeye çalışır.

Köyde, çabuk alevlenen öfkesi, gözü karalığı ile ünlü efe kızanı ile evlenmiş, kocasının ölçüsüz davranışlarından bıkıp usanmış bir hanım vardır. Herkesin saygı ve sevgisini kazanmış bu hanımın gerçek adı bilinmez, Hapılı diye anılır.

Bir gün efe korkulanı yapar. Kızgınlık anında tabancasını çekip yoktan bir nedenle kavga ettiği arkadaşını vurup öldürür. Davası görülür, 8 yıla mahkûm edilip “mapus damı”na tıkılır.

Zavallı Hapılı, kucağında bebeği ile yapayalnız kalır. Konu komşu yardımı ile iki göz yer evinde geçim savaşı vermeye başlar.

Köyün tek konağında oturan köy ağası herkes gibi uzak akrabası olan Hapılı ile ilgilenir ama onurlu kadına arzu ettiği şekilde yardımcı olamaz.

Ege bölgesi halkı arasında bir nazarlık gibi  yaşayan Afrika kökenli Hapılı ve minik kızı çaresizdir.

Köye yaklaştıklarını sıklaşan köpek havlamalarından anladılar. Evler göründü. Faytoncu atları koşturdu, yolda ürken tavuklar, horozlar kaçtılar. Fayton geldi konağın koca kapısında durdu.

Gelen şeerliyi (şehirliyi) karşılamaya koştular. Bir ırgat ağaya haber vermek için seğirtti. Bahçede kahvaltı hazırlığındaki kadınlar fısıldadılar.

–       Misafir gelmiş! Gız kimmiş?

–       Hayırdır inşallah

–       Hökömet adamı mı acep?

–       Ya’a, bu güleç yüzlü.

“Sabahı şerifler hayır olsun” diye herkese selam verip bahçenin ortasındaki kayrak taş döşeli yolda ilerleyen yabancıyı ağa kapıda karşıladı. İçeri buyur etti. Elini yüzünü yıkayan misafir hemen ağa ile sofraya oturdu. İki eski dost gibi hatır sormaya başladılar.

Onlar gerçekten iki eski dosttu. Hükümet yabancıyı Latin alfabesine geçişin akabinde yeni harfleri, yeni yazıyı öğretsin diye bu köyde görevlendirmişti. Bu dönemde bütün kravatlı, devlet daireleri görevlileri gibi o da üstüne düşen görevi yerine getirmek için köye gelmiş ve ağanın misafiri olarak bir kaç ay orada kalmıştı. İyi anlaşmışlar, birbirlerine güven duymuşlar, dost olmuşlardı. Öyle ki, ağanın okumasını istediği küçük oğlu yabancının oğluyla okula gitsin, şehir terbiyesini alsın diye dostun evine yollanmış, ona emanet edilmişti.

Kahvaltı bitti, sigaralar yakıldı. Ziyaret sebebinin açıklanması zamanı gelmişti.

Genç adam daha fazla dayanamadı.

“Ağam” dedi “çaresizim bana yardım et!”

Sözleri sakin bir çığlıktı.

Anlatmaya başladı.

“Yıllar sonra gelen evladım, gözümün önünde ölüyor. Ne yap et bana bir süt anne bul. Ocağına düştüm!”

Ağa hemen köye haber saldı. Memede çocuğu olan kadınları konağa çağırdı. Durumu anlattı onlara.

Hanımlar korktular. O güne kadar hiç köyden çıkmamışlardı.

“yok ağam bir şehre gitmeyiz” diye sızlandılar.

Ağanın gözü bir an Hapılı’ya takıldı. Diğerlerini yollayıp O’na “Bak Hapılı, paran pulun yok, O tek göz evde aç susuz yaşıyorsun. Şehre git, rahat edersin. Hem çocuğunu büyütür, hem sevaba girer bir yavruyu kurtarırsın” dedi.

Nüfuzunu kullanan ağa sonuç alamayınca uzun uzun dil döktü. Ağayı yalvartan Hapılı artık “hayır!” diye dertlenmekten vazgeçip bir şart ileri sürdü.

Ev halkını ve bebeği görecek, severse kalacaktı.

Çaresiz baba umutla doldu.

Evin çalışanlara ait bölümünde ağırlanan faytoncu çağrıldı. Ağaya teşekkürlerle veda edildi. Bohçacığını ve efeye benzeyen beyaz bebeğini hazırlayan Hapılı’yı da alıp şehre doğru yola çıktılar.

Yolculuk hem babanın, hem süt anne adayının duyduğu bilinmezlik korkusu ve endişesiyle suskun geçti. Faytoncu bile bu boğucu sessizliği yok edecek cesareti duyamadı.

Baba eve vardıklarında süt anneyi ilkin hasta yatağındaki annenin yanına götürüp tanıştırmak istedi. Anneyi gören köylü kadıncağız paniğe kapılıp “ben bu gavur karısının çocuğuna bakmam!” diye dışarı fırladı. Baba şaşkındı, arkasında koşup, hayatında hiç sarı saçlı, mavi gözlü insan görmemiş Hapılı’ya yalvardı.

“Aman Hapılı, yapma, etme bir de bebeği gör, seveceksin” diye açlıktan durmadan ağlayan bebeği kucağına vermiş.

Hapılı bebeği kucaklayınca ağlama durmuş, süt anneye bakışlarıyla sanki çocuk “beni bırakma” diyormuş.

O anda bebeğe sevisi akmış ve bir daha bırakamamış.

Küçük kız, ailenin üçüncü ve biraz da geç kalmış evladı olarak işte o an doğmuş.

Güzeller güzeli süt anne kapkaraydı. Devletin Afrika’daki Osmanlı topraklarına gönderdiği Osmanlı aileleri yerine, Güney Doğu ve Batı Anadolu’nun nispeten sıcak kent ve köylerinde iskan edilen kara derililerdendir. Kocaman, dişlek bir ağzı, içinde bir ışık kaynağı varmış gibi parlayan küçük sıyalı gözleri ve güler yüzüyle güzel bir kadındı.

Küçük kız ona lütfedilen yaşama tutunabilmesini sağlayan süt anneyi hayatının vazgeçilmez bireylerinden biri sayarak büyüdü. Hapılı iki küçük yavruyu birinin memesini, diğerinkiyle asla karıştırmadan onları sütü ve sevgisiyle besledi.

Çocuklar büyüyüp serpildi. Süt anne hanım annesi ve beybabasının izniyle köyüne döndü. Aradaki bağ hep sürdü. Süt kardeşler, gerçek kardeş oldular, birbirlerinden hiç kopmadılar.

Süt anneden ayrılış küçük kız için dayanılması güç bir olaydı. Günlerce yemekten içmekten kesildi. Uzun süren bir sindirim problemiyle iğne ipliğe döndü. Bir çare bulunamazsa süt anne tekrar şehre getirilecekti. Çocukla ilgilenen doktor hastalığın fiziksel nedeni olmadığını anlayıp ilginç bir “ilaç” önerdi.

Baba öneriyi hemen uygulayıp çarşıdan bir metre siyah parlak kumaş alıp geldi. Anne kumaşla kocaman bir bebek dikti. Yüzüne kıpkırmızı dudaklı, bol dişli bir ağı, akları belirgin kara gözler işlendi. Uygun bir elbise de hazırlanıp giydirince çocuğun kucağına “Al, işte sütannen geldi” diye sıkıştırıldı.

Mucize gerçekleşti. Arap bebeğini bir an bile bırakmayan çocuk iyileşti. Okul çağına gelinceye kadar da onunla kucak kucağa uyudu.

Güzelim Çocukluk” başlıklı yazı bu öykünün devamı niteliğindedir.

Hakkında Sevim Erciyes Akalın

Farkettirmeden öğretmeye, hissettirerek sevmeye devam ediyor.

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*

Scroll To Top