Anasayfa / Anı / Güzelim Çocukluk
Güzelim Çocukluk

Güzelim Çocukluk

Bu yazı “Yeni Bir Yaşam” adlı yazının devamı niteliğindedir.

Çocukluğuna ait ilk belirgin anısı onda ömür boyu iz bırakan geceyle ilgilidir. O gece evde kalabalık bir toplantı vardır. “Tel helva partisi” gibi bir toplantı. Erkekler kocaman bir sini içinde elden ele geçirerek tel tel olmasını sağladıkları şekerden yapılmış, kalın bir halatla uğraşıyorlar. Kadınlar ellerinde dantel ya da örgüler, derin bir sohbetin içindeler. Çocuklar doğaları gereği yerlerinde duramayıp taş merdivende bir aşağı bir yukarı koşturuyorlar. Laf atmalar, şakalar, yüksek sesli konuşmalar. Bir şamatadır gidiyor.

Birden canhıraş bir feryat herkesi yerinden hoplatıyor. Küçük kız dengesini kaybedip merdivenden yuvarlanmış, basamaklardaki sivri bir çıkıntı çocuğun sağ yanağını yırtmış. Kan revan içindeki çocuk henüz dört yaşında, korku ve acıdan avaz avaz ağlıyor. İri yarı bir erkek hemen çocuğu kucaklayıp “sus” diyor. Acımasız bir vurguyla söylenmiş tek bir sözcük “sus!”. Avazlar o saniye diniyor, kalabalık şaşkın “Aa çocuk uğundu kaldı” diye endişelenirken baba gerekli müdahaleyi yaptıktan sonra onu bir kenara yatırıyor. Küçük kız sessiz hıçkırıklarla kendini uykunun onarıcı, iyileştirici kollarına bırakıyor.

Bu olay küçük kızın sağ yanağında bir gamzeye dönüşerek hayatına güzel bir damga vuruyor.

Ancak, o gece yaşamına vurulan başka bir işaret gamze kadar masum değildi. Baba korkusu o gece başladı. O denli korktu ki bir daha ne yüksek sesle ağladı. Ne de güldü. Yüksek sesle konuşmadı bile!

Çocukluğunun dünyası evi, evin geniş bahçesi, yan taraftaki irim ve evin yakınındaki Çatalçeşme Parkı’ndan oluşuyordu. Her evden geçen arıklar onların bahçesini de kuşatır. Küçük derecikler gibi akardı. Bahçelerdeki sebze ve meyvelere hayat veren su sıcak yaz günlerinin bunaltıcı gecelerini de serinletirdi. Su o kadar boldu ki insanlar sadece bahçelerini değil kapısının önündeki sokağı da sulardı. Bu yüzden yaz akşamüstleri evlerden gelen kızartma ve yemek kokularına hanımellerinin, akşam sefalarının, renk renk güllerin ve ıslanmış toprağın kokusu karışırdı.

Gürültü yoktu. Sokakta oynayan büyükçe çocukların çığlıkları ve ara sıra geçen sokak satıcılarının kendilerine özgü kelimelerle süsledikleri naralarından başka bir şey duyulmazdı.

Radyo bile çok az evi süsleyen bir elektronik mucizeydi. Yeni tanışılan bu gizemli iletişim aracına duyulan saygıdan olsa gerek, duvarda yüksek bir rafa konur, her zaman açılmaz ancak “ajans” denilen akşam haberleri asla kaçırılmazdı. Müzik olarak sadece klasik Türk müziği parçalarıyla yeni yeni kayda geçirilip yorumlanmaya başlanan türkülerin oluşturduğu “yurttan sesler” programları dinlenirdi. Hava karardığında bahçelerdeki yemek hazırlıklarıyla birlikte sivrisinekle savaş da başlardı.

Koca Mektep’e çıkan caddeden, Çatalçeşme Parkı’nın hemen yanından taş döşeli, eğri büğrü yola girdinizmi çoğu tek katlı, beyaz badanalı, orta halli evlerin çevrelediği bir sokak başlar. Biraz ilerleyince kocaman bir bahçenin kenarına kondurulmuş iki katlı bir ev görürsünüz. Bahçeye büyük kanatları olan, çalmak için üstüne zarif tunç bir el tutturulmuş kapıdan girilir. Alt katta basık tavanlı, yazları serin, kışları sıcak iki oda ve gusülhane denen küçük bir hamam vardır. Zemin taştır. Taş başlayıp ahşap devam eden içteki merdivenden üst kata çıkılır. Geniş bir giriş, misafir odası, yatak odası ve daha küçükçe çocuk odası vardır. Misafir odasından asma çardağı ile gölgelenmiş bir taraçaya geçilir. Balkon olarak kullanılmaya uygun değilse de güneşte kurutulması gerekli kış yiyecekleri için elverişlidir. Pencereler iki bölümlü alt kısım yukarı sürülerek yandaki dillerle tutturulan eski tip pencerelerdir.

Zemin katın önündeki alan masa ve iskemlelerin olduğu senenin büyük bir bölümünün geçirildiği, üst ve yanları korunaklı önü açık kısımdır. Mutfak hızla akan arığın hemen üstüne kurulmuş, yer ocağı, tel dolap, gaz ocağı, maltız ve kiler olarak kullanılan dolaplarla döşenmiştir. Arık üzerine yerleştirilmiş tahtalara soğuk durması istenen yiyecekler konur.

Ablalar büyümüşlerdi. Kafaları genç kız hayalleriyle doluydu. Ağabey okuyor. Arkadaş olduğu köy ağasının oğluyla muzurluk peşinde koşmaktan kendini alamıyordu. Anne evde, baba dışarıda çok meşguldü.

Onu, canının yandığı zamanlarda kimse teselli etmedi. Anne ve babası sadece bayramlarda öptüler. Uyurken sevdiler. Ne yazık ki çocukların uykusu derindi. Uyurken sevildiklerini hiç fark edemezlerdi. Bu gizlenen sevgiye çocuk büyüdükçe zorunlu kurallar eklendi. Sokağın kirliliğinden, arkadaşların olası kötü etkilerinden, ağaçların, hoplanan zıplanan yerlerin gizlediği tehlikelerden korunmalıydı. Giderek kurallar yasaklara dönüştü. Sokağa çıkmak, arkadaşla oynamak, bahçede koşup terlemek hep yasaktı.

Bu yasaklar çocuk için işkence olsa da büyüklerin doğrularıydı. Doğru yaptıklarını düşünerek böyle davranıyorlardı.

Komşu evlerin terbiyesiz ama özgür çocuklarının bahçelerden, sokaktan sevinç çığlıkları veya kavga sesleri gelir, alçak pencerelerin camları bir top, bir çomakla kırılırsa kavga, gürültü, ağlamalar ortalığı sarardı.

Ne cümbüştü yarabbi! Yüzü cama yapışmaktan burnu yassılaşmış küçük kızın bu hengameye katılmak için içi titrerdi.

Bir yandan da doğa hükmünü sürüyor, zaman avuçlardan kum taneleri gibi akıyordu. Her şey sessiz sedasız değişmekteydi. Bu arada küçük kız da değişime karşı koyamadı.

Geçmek bilmeyen çocukluk günlerinde “yalnız çocukların” evlerinin dışında kendilerini önemli ve değerli hissettikleri bazı mekanlar olduğu gibi onları ağırlayan, yetişkin bir birey yerine koyan büyükler de vardı.

Bu anlamda Çatalçeşme Parkı, onun köşesindeki okuma odası ve burada görevli “Saime Teyze” küçük kızın okul öncesi günlerinin unutulmaz hatıralarıdır. O zamanlar park çınarlarla kaplıydı, içinden gökyüzü pek görülmezdi. Sonbaharda çığlıklar atarak adeta askeri bir düzende güneye göç eden yaban kazları ve turnaları görebilmek için demir parmaklıkların dışına çıkmak gerekirdi. Birkaç gün sonra bir de bakardınız sonbahar renklerine bürünmüş çınar yaprakları her tarafı kaplamış. İşçiler, topu topu iki kişiydiler, yaprakları çuvallara doldururken burnunuza rutubet ve ıslak yaprak kokusu gelir, havanın güze döndüğünü yaygarayla etrafa duyuran kargaların seslerine duvar kenarlarında açan fes rengi, pembe, beyaz, alçak gönüllü kasımpatıların “kış geliyor” fısıltıları karışırdı.

Öğleden sonra kısıtlı harçlıklarından ayırdıkları yüz parayı cebine atan çocuklar soluğu parkta alırlardı. Evleri iki adım ötedeydi. Cadde geçmek filan da olmadığından anneler izin vermekten çekinmezlerdi.

Yüzü çiçek bozuğu, görüntüsü pek güven vermeyen bir adamın, evinde hazırlayıp, üstte açılan iki kapağı olan cam sepette getirdiği dünyanın en lezzetli kurabiyelerini, içi boşlarını seyretmeye giderlerdi. Parası olan biraz utanır gibi yapsa da övünçle bir kurabiye alır, avucunda sakladığı nefis şeyden başını başka yöne çevirerek bir ısırık koparır, tadını çıkararak uzun uzun çiğnerdi. En çok tercih edilen dikdörtgen şeklinde, parmak kalınlığında esmer bir çörekti. Çünkü bu çörek çok az tatlı ve kiremit sertliğinde olduğundan ısırılmaz, kemirilirdi. Bu özellik onu en dayanıklı yiyecek sınıfına soktuğu için saatler boyu çocukları oyalar, mutlu ederdi.

Ayrıca, üstünde bacası tüten, teneke tıknaz silindirin içinde kavrulan beyaz leblebi satılırdı. Sarı leblebi ve daha ucuz olan kırık leblebi çeşitleri arasında beyaz olana nedense “gavrulmuş” denirdi. Satıcı hiç de müzikal olmayan bir makamda bağırırdı!

“Gavrulmuş, dumanı caba!”

“Hinci gavurdum!”

Beyaz leblebi de herhalde bereketli oluşu yüzünden favori yiyeceklerdendi. Ama yeme hızı fazla olduğundan sindirim sistemleri bu yüklemeye dayanamaz, akşama çocuklar yatağa düşerlerdi. Her yiyişlerinde rahatsızlanmalarına rağmen çocuklara göre hastalığın sorumlusu minik gazete külahlarına doldurulan gavrulmuş değil caba olarak verilen dumanıydı.

İçi boş denilen bezeler pek ilgi çekmezdi. İki ısırışta biter, tadı damağınızda kalır. Açıkçası yüz paraya değmezdi.

Bazı çocuklar bahçelerinde ekmek ayvası olan şanslılardı. Onlar kurabiye alamasalar bile uzun uzun ayvayı dişler, eşiğine kadar yer, ağzından çıkan seslerden meyvenin nefis ekşimsi lezzeti anlaşılırdı. Bazıları da nar zengini idi. Narı önce düz bir taşın üzerinde sertçe yuvarlar. Nar tanelerini ezer. Üstündeki borucuğu temizleyip sivri bir şeyle deler, açtığı delikten nar suyunu içerdi. Aslında buna içmek denemez; iki eliyle narı sıkıştırırken ağzını musluğa dayar gibi dayar, sorardı. Zaten bu güzel oluşumun adı “sormuk” tu.

Lise Caddesi ile Çatalçeşme Parkı’nın solundan uzanan sokağın birleştiği yerde taş bir çeşme ve çeşmenin içilebilen su akan iki ağzı vardı. Parka ismini veren işte bu çeşmeydi. Çeşme eski yüksekçe bir yapının hemen köşesindeydi. Sağ tarafta bu binaya çıkan 15 basamaklı mermer bir merdivenle oymalı ahşap kapısı olan “okuma odası” na girilirdi. Çok yüksek tavanlı üst katta kitap raflarını barındıran çepeçevre galerisi olan bu yapı, Cumhuriyet’in ilk yıllarının halk kütüphanelerinden biriydi bu. Kapıdan girince genzinize rutubet, küf ve kitap kokusu karışımı garip bir koku dolardı. İçeri adım atar atmaz saygı ve korkuyla gürültü etmeden tıpır tıpır yürür, kürsü gibi bir tahta masanın önünde sessizce beklerdiniz. Masadaki, yüzü hiç gülmeyen, uzun boylu, zayıf, kırlaşmış düz saçları kulak arkasında firketelerle tutturulmuş görevli, okuma odası müdürü Saime Hanım’dır. Saime Hanım her zaman özenli giyinen, herkesin saygı duyduğu, biraz da çekindiği bir Cumhuriyet kadınıydı. İsteyen herkese kitabını bulmasında yardımcı olur. Kocaman bir deftere kaydedip, çocukların bile kitapları evlerine götürmesine izin verirdi. Salonun ortasındaki boş alana serpiştirilmiş tahta masalar ve iskemleler kitap, gazete okuyan yetişkinler, ders çalışıp ödev yapan çocuklara ayrılmıştı. Saime teyze aile dostlarıydı. Korkutucu ciddiyetine ve görüntüsüne karşın çocukları severdi. Sevgi dolu bir yüreği olduğunu gözlerine bakınca hissederdiniz. Henüz okula gitmeyen, okuma yazma bilmeyen küçük kızı, hemen görünüp kaybolan bir gülücükle karşılar, yanı başındaki bir masada dergi ve kitapları karıştırmasına, resimlere bakıp hayal kurmasına izin verirdi.

Nedense, birdenbire emekli olduğu duyuldu. O, sevgili okuma odası eski ve yeni kitapları barındıran paha biçilmez birikimiyle Saime Hanım’ın peşi sıra yok oldu. Neden, niçin hiç açıklanamadı.

O yörenin kitap seven çocukları bu yüzden ne zaman sahaflarda ya da ilgisiz bir yerde eski kitapların o unutulmaz kokusunu duysalar burunlarının direği sızlar.

Çatalçeşme’yi, okuma odasını ve müdür Saime Hanım’ı özlemle anarlar.

Beyaz Abla” başlıklı yazı bu öykünün devamı niteliğindedir.

Hakkında Sevim Erciyes Akalın

Farkettirmeden öğretmeye, hissettirerek sevmeye devam ediyor.

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*

Scroll To Top