Anasayfa / Anı / Baba
Baba

Baba

Bu yazı “Büyükanne ve Anne” adlı yazının devamı niteliğindedir.

Bir orta Anadolu kasabasında doğmuş, annesini hiç tanımadan çok çocuklu az gelirli bir ailede klasik üvey ana gerçeğiyle büyümüştü. O yıllarda yeterli görülebilecek eğitimi almıştı. Bütün arzusu evini, yurdunu terk edip yepyeni bir yaşam kurabilmekti.

Şahadetnamesinde Aliyyülâlâ derecesiyle mezun olduğu yazdığı için vakit kaybetmeden çıkınını toplayıp idealine doğru yola çıkmıştı. Parasız ama umutlu günler hatta haftalar sonra payitahta ulaşmıştı. İstanbul o zaman da şimdi olduğu gibi rüyaların gerçekleştiği, taşı toprağı altın olan efsane şehirdi.

O, okuyacak ve hekim olacaktı. Gerçeğe dönüşmesi hayal gibi olsa da aklına koymuştu bile.

Anadolu’nun bir köşesinden büyük şehrin karmaşasının içine düşünce şaşkına dönen gencin imdadına hemşeri bağlantıları yetişmişti. Bu sayede yatacak yer ve “aşıhane” diye bir kuruluşta iş bulup yeni yaşamına uyum sağlamaya başlamıştı.

1900’lerin ilk çeyreğinde “çiçek” ölümcül bir hastalıktı. Neyse ki aşısı bulunmuştu ve aşılanmak zorunluydu.

Aşının henüz uygulanmadığı yıllarda hastalığa yakalananlar yüksek ateşe dayanabilirlerse iyileşirler, ama içi mikroplu sıvı dolu kabarcıkların kaşınması veya giysiye sürtünmesiyle patlaması sonucu minik çukurlarla dolu bir yüzle yaşama tutunurlardı. Bu tipler çiçek bozuğu suratlı ya da çopur diye anılırlardı.

Çiçek aşısı bu yüzden çok önemliydi. Aşı kolda açılan bir iki yüzeysel kesiğe zayıflatılmış çiçek mikrobu içeren eriyikten damlatılarak yapılırdı. Hemen enfekte olup çıbana dönüşen aşı yerinden giysi teması, kaşımayla yayılan enfeksiyon uzun sürer ve ömür boyu kalacak izler oluşturabilirdi. Bunu önlemek için güllaçtan yapılmış gazoz kapağı şekil ve büyüklüğünde bir koruyucu aşının üstüne kapatılır ve gazlı bezle bağlanırdı.

İşte aşıhanede çalışma imkanı bulan genç bu güllaç kapakçıklarının üretiminde görevliydi. Bu işyerinde genellikle eli kalem tutan ve tıp öğrenmeye hevesli gençler çalıştırılıyordu.

Tıbbiyedeki dersleri takip için çırpınan genç ünlü bir hocanın ilgisini çekmeyi başardı. Hoca onu daima kayırdı ve kolladı.

Aşıhaneden aldığı para günde sadece bir öğün yemek yemesine yetiyordu. Diğer öğünlerde o zamanın şekeri kaya şekerinden kırdığı parçaları suda eritip, içine ekmek doğrayarak gençliğin iştahıyla kaşıklıyordu.

Bütün bu zorlu koşullardan hiç gocunmuyor, hem çalışıp hem okumak ona guru veriyordu.

Ta ki memleketten gelip onu ziyaret eden birkaç arkadaşı hayatını allak bullak edene kadar.

20. yüzyılın ilk yıllarında Amerika Birleşik Devletleri pasaport ya da vize istemeden bütün ülkelerden göçmen kabul ediyordu. Kendine güvenen Osmanlı uyruklu gençler, özellikle Hristiyanlar bir yolunu bulup kendilerini hayaller ülkesi Amerika’ya atıyorlardı.

Arkadaşları “haydi hazırlan gidiyoruz.” diye gelmişlerdi. Onu almadan gitmeye niyetleri yoktu. Ne de olsa hepsinden daha öğrenimli ve deneyimli sayılırdı. Amerika onları beklerken bu fırsat kaçırılmazdı. Gençtiler, sağlıklı ve en azından okur yazardılar. Enerjileriyle dağları devirebilirlerdi.

Bağırış, çağırış, tartışmalar, dargınlıklar derken karar kesinleşti. Amerika’yı keşfedeceklerdi. Sonunda bir şilepte iş bulundu, her şey ayarlandı ve Amerika macerası başladı.

Aylar süren yolculuk İstanbul’dan başlayıp rota üstündeki bütün limanlara uğrayıp yük alıp yük boşaltarak devam etti. Pire’den sonra uğradıkları Malta’da taşınacak mal bulabilmek için uzun bir süre oyalandılar. Bu adadaki kalışlarında onlara garip gelen bir çok olay arasında unutamadıkları Malta keçilerinin evlerin kapılarına getirilip oracıkta sağılmaları gibi o zamana kadar görmedikleri şeyler yaşadılar.

Atlantik’i bir şekilde geçmek gerçekten göze alınmayacak kadar tehlikeli ve zahmetliydi ama şilep değiştirerek yeni programlar yaparak başardılar. Rüyalar ülkesi Amerika’ya ulaşmışlardı ulaşmasına ama perişan ve hasta olarak. Yetersiz beslenme uzun yolculuk boyunca pislikle birlikte hasta olmalarına sebep olmuştu. Şilepte tifüs salgını başlamıştı. Doğal olarak liman yönetimi hastalıktan ötürü şilebi karantinaya almıştı. Böylece aylarca karaya çıkarılmayan şilep çalışanları ve kaçak yolcuları hürriyet heykelini ve Amerika’nın inanılmaz, ışıklı siluetini seyretmişlerdi.

Nihayet ölenler ölmüş kalanların sağlıkları düzelmiş limana yanaşacakları günü iple çekerken kötü şans onlar için yeni bir sürpriz hazırlamıştı.

1914’ün belalı olayları Avrupa ülkelerini ve Osmanlı ülkesini kasıp kavurmaya başlamış, bağımsız bir dış politikası olmayan Osmanlı devleti müttefiki yüzünden birinci cihan harbindeki uğursuz yerini almıştı.

Harbin başlamasıyla yayınlanan bir emirle Osmanlı tebaası olan erat yaşındaki bütün erkekler asker kabul edilmişler ve nerede  olurlarsa olsunlar vatana dönmek zorunda bırakılmışlardı.

Emir, tifüs karantinasından kurtulunca Amerika’da zengin olma düşleri kuran gençleri de kapsadığından aynı şileple yine bin bir sıkıntı ve yoksunlukla İstanbul limanına dönmüşlerdi. Limana deniz aşırı ülkelerden gelen gemi ve şileplerden çıkan genç erkekler karaya ayak basar basmaz askeri yazıcıların önünden sıraya girmişler sorulan soruları cevaplayıp hemen oracıkta katılacakları birlikleri öğrenmiş ve vatan hizmetine koşmuşlardı.

Tıbbiye sevdası ancak bir yıl sürebilen genç okur yazar olduğunu ve bir yıl tıp okuduğunu söyleyince koluna hemen beyaz patiska üzerine basılmış Hilal-i Ahmer pazubenti takıp “Haydi!” demişler “Sen sıhhiyesin ve Denizli’de görevlendirildin.”

Denizli’ye gelmiş ve kalış o kalış!

Belediye doktoru olan olgun beyefendi yanında özveriyle çalışan bu hürmetkar genç adamı beğenmiş. Onun öğrenmek ve her konuda gelişmek için gösterdiği gayreti takdir etmiş. Ancak genç adam yaşamına çeki düzen verecek ne maddi imkana ne de deneyime sahipmiş. Doktor bey onu bu sıkıntılı durumdan kurtarmak için uzun uzun düşünüp bir çözüm bulmuş.

Genç yaşta iki çocukla dul kalmış varlıklı bir hastası vardır. Doktor bey yakından tanıdığı bu iki yalnız insanı birbirinin eksiğini tamamlayacağına karar vermiş ve harekete geçmiş.

Sonuç olumludur.

Genç kadının danışmak istediği büyükler enine boyuna düşünürler bu izdivaca “evet” derler. Çarçabuk hazırlıklar yapılır. Sessiz sedasız evlilik akdi gerçekleştirilir. Artık aile kurulmuştur. Böylece ikisinin de hayatında çok bilinmeyenli yeni bir dönem başlamıştır.

Doktor beyin gayreti ile oluşan aile genç adamın rüyasında görse inanmayacağı bir mutluluktur. Birdenbire kocaman bir evi, güzel ve uysal bir karısı, biri beyaz, biri kapkara iki küçük kızı oluvermişti. Çocukluğundan beri hep kıt kanaat yaşayan biri için şimdi sahip olduğu nimetler tanrı lütfuydu.

O bunun bilincindeydi. Şükrediyor, yeni duruma uyum sağlayabilmek için gerçekten çabalıyordu.

Genç kadın açısından yeni yaşam koşulları büsbütün karmaşık görünüyordu. Birbirine hiç benzemeyen iki yabancı için evlilik zorlu bir problemdi. Çözüm sabır ve uğraş gerektiriyordu.

İkisi de gayret ediyor, birbirini anlamaya çalışıyorlardı. Gençtiler ve gençliğin verdiği cesaretle yola devam ettiler. İlk yılların şaşkınlığı ile yapılan hatalar düzeltildi. Sevgiden çok saygıya dayanan bir düzen kurdular. İkinci yılın sonunda ailenin sakin mutluluğu bir oğulun katılmasıyla taçlandı. Tekdüze yaşamları değişti. Bu mütevazı yaşam ikisine de yetiyordu. Görünürde ne kadının ilk evliliğine özgü anıları, özlemleri, keşkeleri ne de erkeğin bu geçmişte kalan olay hakkında duyduğu ezinti ve kıskançlık hiç gündeme gelmiyordu. Ama düşünceleri ve rüyaları yalnız kendilerine aitti ve düşünmekten, rüya görmekten vazgeçmek mümkün değildi.

Günler geçip giderken ülke yıllardır içinde bulunduğu savaş ve karmaşanın yeni bir boyutuyla uğraşmaya başlamıştı. Yunan’ın İzmir’e çıkışıyla gavura karşı gerilla savaşı yapmak için Kuvay-ı Milliye cephesine Çerkez Ethem, Demirci Mehmet Efe, Yörük Ali Efe ve diğer efeler katıldılar. Özellikle Çerkez Ethem ve Demirci Mehmet Efe’nin milis kuvvetleri düşmana ve milli misak aleyhindeki ayaklanmalara karşı görevlendirildiler. Ancak sonradan gelişen olaylarla Çerkez Ethem ülkeye ihanet edip Yunan tarafına geçti. Demirci Mehmet Efe de gösterdiği bunca yararlılıklardan sonra milli mücadeleye yaptığı katkılardan çok yarattığı Denizli olayıyla hatırlanmaktadır.

Yunan Aydın’a yaklaşmıştır. Demirci Efe o yörede kızanlarıyla beraber düşmana karşı çarpışmaktaydı. Bir yardım talebini cevaplamak için kızanlarından bir grup ve gözdesi Sökeli Ali Efe’yi Denizli’ye gönderdi. Maalesef Sökeli Ali Efe kimliği saptanamayan biri tarafından vurularak öldürülür. Bu ihanet karşısında deliye dönen Demirci M. Efe kızanının katilini bulmaya ve Denizli’yi cezalandırmaya gelir. Denizli’yi yakmaya yemin etmiştir. Halk efenin kural ve otorite tanımayan gücünden korkmaktadır. Bütün imkanlar kullanılarak şehir eşrafı ve mülki amirlerin ricaları hatta yalvarmaları sonuç vermez.

Efe yemin etmiştir bir kere gereğini yerine getirecektir. Anlaşılan o ki o günlerin yemini dönüşü olmayan bir sözdür. Nihayet bir din bilgini olan Sarayköylü Tahir Efendi efeyi şehir yerine eski kabristanı yakarak yeminini yerine getirebileceğine güçlükle ikna eder. Yakılan kabristanın alevleri günlerce, gecelerce sürer. Böylece efenin yemini yerine getirilmiş olur.

Bu arada katili bulmak için efenin kızanları evleri basmakta şüphelendikleri genç erkekleri toplayıp ortalığı talan etmektedir. Erkek çocuklar, bebek bile olsalar efenin hışmına uğrayabilirler diye saklanmakta araştırılmayacağı umulan yerlere bahçedeki sebze öbeklerinin altına gizlenmektedir.

Bir meydanda toplanan katil zanlılarını yargılamak üzere, tabiri caizse bir açık hava mahkemesi kuran efe başkan olarak yerini almış yanında, Ali Efe öldürüldüğünde olaya şahit olan kızanlar mahkemenin tanıkları olmuşlardır. Şehrin şüpheli erkekleri tek tek huzura getirilmekte ve efenin gürleyen sesi sormaktadır. “Ateş edenler arasında bu var mıydı?” kızanlar bir ağızdan “evet” derlerse sanık hemen orada boğazlanır. “hayır” derlerse hayatı bağışlanır.  Kayıtlara göre o meş’um günde suçlu bulunan 60 genç infaz edilmiştir. Genç adam da efenin karşısına çıkarılan erkeklerden biridir. Efe kükrer! “Bunu ateş edenler arasında gördünüz mü?” Kızanlardan biri “gördüm” der. Genç adam korkuyla titrer. Diğer kızanlar “hayır görmedik. Ateş edenler arasında değildi.” dediklerinde  farkında olmadan iki eliyle yüzünü tutar, gözlerinden yaşlar boşanır. Efenin “gel buraya, okuman yazman var mı?” buyruğunu dahi cevaplayamaz. Geçirdiği şokla dili tutulduğundan başını sallayarak “evet” demeye çalışır. Efe eliyle defol git gibi bir işaret yapar. Kurtulmuştur. Kurtulmuştur ama bu olayın ruhunda yaptığı yıkım o denli büyüktür ki o günden sonra oluşan psikosomatik bir cilt hastalığı ile yıllarca savaşmak zorunda kalır.

Ve, o halim selim, nazik genç adam gider yerine haşin, öfkeli, buyurgan biri gelir. Garip bir şekilde dış dünya ile barışıktır. Hoş sohbet ve nüktedan biri olmasına karşın eve gelince değişir. Aile bireylerine hak tanımaz, onları mutlak kurallarına göre dilediğince yönetir.

Ev halkı bu kökten değişimin şaşkınlığını yaşamakta, durumu değiştirmek bir yana onaracak sihri bile bulamamaktadır. Yıllar yılları kovalar. Normalde zamanla daha yumuşak ve bağışlayıcı olması umulan kurallar sertleşir. Bakışlar bir tokat şiddetinde etkili olmaya başlar. Evde fiziksel şiddet yoktur ama ruhsal şiddet diye tanımlanabilecek bir atmosfer oluşmuştur.

Bir bebek! Acaba evin havasına bir ferahlık ve güzellik katar mı? Sorusunu akla getirir. Nasılsa ablalar büyümektedirler. Oğul doğalı on iki yıl olmuştur.

Evet! “Bebek” güzel günler umududur!

Yeni Bir Yaşam” başlıklı yazı bu öykünün devamı niteliğindedir.

Aile

Aile

Hakkında Sevim Erciyes Akalın

Farkettirmeden öğretmeye, hissettirerek sevmeye devam ediyor.

Cevapla

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Required fields are marked *

*

Scroll To Top