Bu yazı “Kara Abla” adlı yazının devamı niteliğindedir.
Evin iki kızı büyürken, bir gün aniden evde bir telaş, bir koşuşturma fark ettiler. Ne olduğunu anlamadan ortalık bir bebek ağlamasıyla doluverdi.
Bir küçük oğlan, bir kardeş ne güzel bir sürprizdi! Her aile bir erkek çocuğun gelişiyle başka türlü mutlanır. O soyun devamını sağlayacak bir tanrı lütfudur. Her konuda kız evlatlardan farklı ayrıcalıklara sahip olması son derece normaldir.
O doğduğunda yeni yapılanan ailenin ilk çocuğu olduğundan bambaşka bir mutluluk getirmişti. Bebeklik, çocukluk ve yeni yetmelik dönemlerinde hep korunup kollandı. Anne ve babanın arasındaki uyum baba o uğursuz efe hadisesini yaşadıktan sonra yavaş yavaş yok oldu. Babanın davranışları sert, buyurgan ve sevgiden çok hiddet içeren bir nitelik kazandı. Doğal olarak bu üslup en çok çocukları etkiledi. Ama yine de yasaklar, suç ve ceza kavramları oğul söz konusu olduğunda biraz da olsa sulandırıldı.
Güzel bir çocuktu. Yakışıklı bir genç oldu. İyi okudu, hobiler edindi. Hobileriyle para kazandı. Gizli de olsa o günlerin sosyal etkinlik merkezleri olan Halk Evleri’nde sanat çalışmalarına katıldı, müziğe merak sardı. Mandolin çalmayı öğrendi. Bu arada bisiklete binmekle kalmayıp bisiklet yarışlarına katılmak, futbol oynamak, takımlara girmek gibi günahlar da işledi. Gerekli cezayı çekti. Uslanmadı.
Cezalar onu daha masum hobiler edinmeye yöneltti. Örneğin tavşan besledi. Kısa zamanda sayıları hızla artan güzel yaratıklar barınaklarının sınırlarını aşıp bahçeyi talan edince bu hobi de masum olmaktan çıktı.
Okulu bir şekilde bırakmış veya bıraktırılmış mahalle arkadaşlarıyla, işsiz güçsüz delikanlılar arasında moda olan güvercin yetiştirmeyle ilgilendi. Çeşit çeşit, paçalı, taklacı güvercinler edinip kuş uçurdu. Ve yine babayasa maddelerine tosladı.
Yoğun enerjisini sarf edecek başka uğraşlar bulmak zorundaydı. Yasaklar ve önlemler istediği şeyleri yapmaktan alıkoyamadı. Gece yatağına içinde yatıyormuş görüntüsü verip ikinci kat penceresinden atlamayı göze alır, düşündüğü yaramazlıkları mutlaka yapardı. Sabaha karşı eve döndüğünde anne yüreğinin endişeyle kendisini beklediğini bilir, sessizce açılan kapıdan parmaklarının ucuna basarak girerdi.
O bağımsız bir ruhtu. Yasak ona işlemiyordu.
Lisede okulun fotoğrafçısı oldu. Evin bir köşesinde oluşturduğu derme çatma karanlık odada fotoğrafçılığın teknik yönünü de öğrendi.
Kızlar arasında çok popülerdi. Kızlar okul anılarını kalıcı kılmak için fotoğraf çektirmeyi çok severler. Onların bu tutkusu delikanlıyı kızlara daha da yaklaştırdı.
Pek uzun boylu sayılmazdı. Ama incecik muntazam vücut oranları, biçimli burnu ve ağzı, içinden yaşam coşkusu taşan yeşil ela gözleri, kumral saçları ve acayip karizmasıyla bütün kızların rüyalarındaydı. Ayrıca çok iyi giyinir. Üstüne geçirdiği her giysiyi güzel taşırdı.
Lisedeki hayranlarının çoğu gelecek için umutsuzluğa düşüp onu unutmayı seçtiler. Bazıları ise liseden sonra da sevgisini kazanabilmek için yıllar yılı peşinde koştular.
Lisenin bitimi onun özgür hayata geçişinin ilk adımıydı. İstanbul’un iki büyük üniversitesi için ilk o yıl sınav konulmuştu. Teknik üniversite ve Cerrahpaşa tıp fakültesi. İdeali İTÜ’ye girip yüksek mimar mühendis olmaktı. Sınavı kolaylıkla alırdı. Ama baba burada da yaşamına müdahale etmek için vakit kaybetmedi. Kendi tamamlayamadığı tıp öğrenimini oğlunun gerçekleştirmesini istiyor, bunun için gencin bütün gelecek umutlarının yıkıldığını anlayamıyordu. Bu zorlamanın uzun vadede vereceği zararı tahmin edemediğinden baba düşüncesini değiştirmedi.
Genç düşünüp taşındı. Anladı ki önemli olan kendisi için yüksek öğrenimin hangi konuda olacağından çok ona sağlayacağı bağımsızlıktı. Baba iradesine boyun eğdi. Sınavı kazandı ve tıp okumak üzere rüyalar şehrine gitti.
Aman yarabbi! Üniversiteli olmak harikaydı. Yurtta kalmak, parasını nerede harcadığı denetlenmeden sarf edebilmek, İstanbul’u gezip yepyeni yerler keşfedebilmek heyecan vericiydi. Tıp çook uzun bir tahsildi ve önünde güzel yıllar vardı.
Yurtlar değişik yörelerden, farklı okullardan ve ailelerden gelen çocukların toplandığı karışık bir ortamdı. Gençler orada iyileri kadar sigara, içki ve kumar gibi kötü alışkanlıklar da edinebilirlerdi.
Sigarayı pek sevmiyordu ama delikanlılığın raconu sigara içmeyi gerektiriyordu. O da ara sıra tellendirirdi. İçki ve kumar ise bir şekilde hayatına girmişti.
Anadolu’nun kısıtlı yaşantısından büyük şehre gelmiş gençler “köyden indim şehire, şaşırdım birden bire” tekerlemesindeki gibi şaşkındılar ve tanımadıkları bu denetimsiz ortamda yollarını bulmaya çalışıyorlardı.
Okumak, ideali olmasa da iyi bir doktor olmak için hazırlanmak ilk amacıydı. Derslerini özenle takip ediyor, öğretilen hiç bir bilgiyi kaçırmak istemiyordu.
Günlük uğraşlar arasında akşam üstleri kız lisesi önünde tutulan nöbetler de önemliydi. Kızlara bakılır, biraz takip edilir, uygun pozisyonlarda üniversiteliye yakışan laflar atılır, kızları almaya gelen ağabey ve babalar ortalıkta görülünce günün misyonu tamamlanmış olurdu.
Sömestre ve yaz tatillerinde şehrine dönerken ailedeki irili ufaklı herkes trenle ara istasyona kadar gider, oğul buğulanan gözler ve sevinç çığlıkları ile bağırlara basılırdı. Ne hikmetse üçüncü yıldan itibaren ara tatilleri tamamlanması gereken çalışmalar nedeniyle kalktı. Bütün ailenin dört gözle beklediği uzun yaz tatili de giderek kısalmaya başladı.
İkinci dünya savaşı öncesi başlayan bopstil modası ortalığı kasıp kavuruyordu. Kalın tabanlı ayakkabıların kösele katmanları arasına gaz yağı sürülerek yürürken gıcırdaması sağlanırdı. Omuzları abartılı genişlikte, vatkalı, beyaz kaba dokumadan ceketler her erkeği üçgen vücutlu gösterir, paçaya doğru daralan pantolonlarla giyilirdi. Büyük kentlerde bu giysiler çok pahalıya mal oluyordu. Bu yüzden tıp öğrencisi genç baba ocağına bopstil giysiler ve kaba saba ayakkabılar edinmek için geliyor, geçerli görünen bahanelerle hemen metropole dönüyordu.
Fakültenin dördüncü yılı sonunda baba evinden uzaklaşma dikkat çekici bir hal almış, mektuplar seyrekleşmişti. Aslında mektuplar zamanla yerlerini birkaç kelimelik telgraflara bıraktılar. Telgraf metni aşağı yukarı aynı sözcükleri içerirdi. “İyiyim, ellerinizden öperim. 20 lira telle!” gibi. Bu tip iletişim uzun süre devam etti. Biraz da emiri andıran para talebi karşılanmaz veya karşılanamazsa bir kaç günlük acil ziyaretler gerçekleşir, büyüklerin gönülleri alınırdı.
Anne baba yarının ünlü doktorlarından biri olacağından emin oldukları evlatlarıyla gururlanır, eşin dostun onu görmelerini isterlerdi. Ama o doktor adayıydı. Konu komşu ile geçirilecek vakti yoktu. Hemen toparlanır, aceleyle veda edip büyük şehre dönerdi. Aslında bu yabancılaşmanın nedeni büyüklerin akıllarına bile getirmedikleri bir olasılıktı.
Kız lisesi önünde tutulan nöbetlerin birinde gözü güzel yüzlü, minyon bir genç kıza takılmıştı. Günlerce takip ettiği genç kız delikanlıyı garip bir şekilde etkiledi. Zamanla bu etkileşim önce alışkanlığa sonra da tutkuya dönüştü. Artık kızı görmediği günler onun için yaşanmamış günlerdi. Birbirlerini tanıdılar. Elele yürüdüler. Arkadaşlarıyla pikniklere, çaylara gittiler. Her şey bir süre gizlilik içinde devam etti. Her aile gibi genç kızın ailesi de kızlarının yanlış bir seçim yapmasından, aldatılıp bir süre sonra yüzüstü bırakılmasından endişe ediyordu. Gitgide gelişen ilişkiden haberdar oldular, çocuğu tanımak istediler. Tanışma zamanla nişanlılığı zorunlu hale getirdi.
Delikanlı bu olaylardan ailesini haberdar edemezdi. Öte yandan paraya ihtiyacı da vardı. Nişan parasız olmazdı. Kısa bir memleket ziyaretinde durum anneye anlatıldı. Babadan gizlenen nişan için tek çare annenin parmağındaki yakut yüzüktü. Yüzüğü kurtarıcı olarak gördüler. Bir hikaye hazırlandı. Güya yakut yüzük evin küçük kızının eline geçmiş ve bir yere atılıp kaybolmuştu.
Yüzük hem değerliydi hem de anısı olan bir takıydı. Babanın öfkelenmesi kaçınılmazdı. Küçük kız hiç hak etmediği şekilde suçlandı, azarlandı. Kendini savunmayı beceremedi, kalbi kırıldı, günlerce ağladı. Bu olaydan sonra vardığı sonuç anne ve babası tarafından hiç sevilmediğiydi. Bu kanı yaşamının iyileşmeyen yaralarından biri olarak hep canını acıttı.
Gizli nişanlılık tıp öğrencisine yeni bir yuva açmıştı. Artık kızın ailesindeki herkesi tanıyor, rahatça eve girip çıkabiliyordu. Ancak bu rahatlık peşinden ailenin evlilik konusundaki baskılarını getirdi.
Gizlilik gücünü yitirdi, olay babaya anlatıldı ve kıyamet koptu. Yapacak bir şey yoktu. Yapılan görkemli nikaha sadece anne katıldı ve genç doktor adayı içgüveyi olarak kızın evine yerleşti.
Baba doktor olup onun yarım kalmış hayallerini gerçekleştireceğine inandığı sevgili oğlunu affedemiyordu. Kızgındı. Birer yıl ara ile iki çocukları olan genç çiftin parasal desteğe ihtiyaçları vardı. Aradaki buzları eritmeye çalıştılar, bir lütuf gibi ilk çocuklarının isimlerini koyma onurunu babaya bağışladılar. Bu jest şaşırtıcı bir şekilde işe yaradı. Herhalde hazırmış ki baba yumuşadı.
Yine kısa süreli ziyaretler başladı. Evde onları uzay yaratıklarıymışlar gibi merak ve heyecanla bekleyen küçük kız kardeşine bir sevgi sözcüğü ve minicik bir armağan bile nasip olmuyordu. Anne babanın gösterişli mutluluğu, torunlara duyulan sevgi küçük kızın “annem babam beni hiç sevmiyor” saplantısını güçlendirdi. Anne baba hakkındaki bu duygusu aslında saplantı değil, gerçeğin yavaş yavaş fark edilmesiydi.
Oğul cerrahi uzmanlığını da tamamlayıp başarıyla mezun oldu. Önemli dostlar, hatırlı tayinler, mesleki başarılar birbirini kovaladı. Ailesi büyürken refah da artıyordu. Pahalı ve gösterişli bir yaşam başladı. Mutluydular. Askerlik kolaylıkla tamamlandı. Bir siyasi büyüğün isteği üzerine ünlü bir bakır fabrikasının bölge hastanesi hizmeti veren kurumuna başhekim olarak atandı. Hem başhekim hem cerrah hem de jinekolog olarak sağlık dağıtıyordu. Çok ünlendi, tanındı ve kıskanıldı.
Ancak saadet zinciri tam da burada koptu. Hayatının unutamayacağı ilk dramını burada yaşadı. 8 yaşındaki biricik kızı bir gün oynarken yere yığıldı, kalkamadı. Kısacık hayatı lösemiye yenik düşmüştü. Baba iyileştirmek için çılgın gibi çalıştı. Her yola başvurdu. Kader çizgisini değiştiremedi. Acının da acısını yaşadı. Evlat acısı!
Bu olaydan sonra hayatı radikal bir değişime uğradı. O kadar ki doktor oluşuna lanet etti. Evladını kurtaramamanın ezikliğini mesleği dışında uğraşlara dönerek onarmak istedi. Hiç bir zaman eski yaşama sevincine kavuşamadı. Mesleğinde kopukluklar oluştu. Aile içindeki uyumsuzluklar su yüzüne çıktı. Çok para kazanmak için hesapsız yapılan harcamalar, yabancısı olduğu iş kollarında isabetsiz denemeler, alkolün yaşamına girmesiyle tehlikeli düşüşüne hız kazandırdı.
Yitirdiği mutluluğu belki başka bir kadında bulabileceğini düşündü. Aldattı. Aldandı. Aldatıldı. Doktorluğu tamamen terk edip yabancısı olduğu bir ülkede yeni bir yaşam kurmaya çalıştı. Bazen şık ve şaşalı yaşadı. Bazen yardımlarla ayakta kalabildi. Seneler tükendi.
Diğer taraftan çocukları en popüler okullarda okuyup mutena yerlerde refah içinde büyümüşlerdi. Babanın yaşamındaki trajik değişimden etkilendiler, darmadağın oldular.
Anadolu’daki ana, baba, kardeş uzun süre unutuldular. Adları bile anılmadı. Sonra maddi destek nedeniyle tekrar gündeme geldiler. Oysa ana baba ne ünlü bir doktor olduğu dönemdeki mutluluğundan ne de torunlarının büyümesinden haberdar oldular. Onun da ana babasının hastalıklarından ve bu yaşama veda ederken duydukları yalnızlık ve hüzünden haberi yoktu.
Yıllar sonra sanki bu acılı dönemler hiç yaşanmamış gibi vicdan azabı ya da en azından suçluluk denen duygudan nasibini almamış göründü!
Gerçek acaba böyle miydi? Neden alkole sığındığını, neden umarsız kaldığını, yaşadıklarının onun canını ne denli acıttığını kendisinden başka kim bilebilirdi ki.
Herkes kendi yarattığı cennet ya da cehennemde yıllarını tüketir. Yine kendi elleriyle hazırladığı kıyametini tek başına yaşardı!
“Büyümek” başlıklı yazı bu öykünün devamı niteliğindedir.